Hasan Fehmi Ulus yazdı: Bir hazin hikâye ve hâlâ aynı kin, aynı iftira

0
Hasan Fehmi Ulus yazdı: Bir hazin hikâye ve hâlâ aynı kin, aynı iftira
"Bir Hazin Hikâye ve Hâlâ Aynı Kin, Aynı İftira” başlıklı bu yazısında emekli Dr.Öğr.Üyesi Hasan Fehmi Ulus, 1970’li yılların Yüksek İslâm Enstitüleri’ndeki İslâmî diriliş hareketiyle şekillenen talebe mücadelesini, dönemin akademik ve bürokratik dirençleriyle birlikte anlatıyor. Yazı, özellikle Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan 20 Nisan 2025 tarihli yazısına karşı, tarihî bir muhasebe ve şahsî bir hafıza tazelemesi niteliğinde.

Hasah Fehmi Ulus:

Yeni Şafak gazetesinin 20 Nisan 2025 tarihli nüshasında Hayrettin Karaman imzalı bir yazıyı görünce, 70’li veya 80’li yıllarda yazılmış bir yazı olabileceğini düşündüm, yeni olduğunu görünce de ürperdim.

Öncelikle, yazının yayınlandığı gazeteyle ilgili sözümüzü söyleyelim.

Diyelim ki, yazıyı yazan geçen zamanın dışında kalmış, kendini hâlâ 70’li, 80’li yıllarda sanıyor, o yüzden de Türkiye’deki hayâl bile edilemez muazzam gelişmeleri görmemiş, duymamış. Peki gazetenin, kendi ruh köküne de dolaylı kin ve düşmanlık ifadeleri içeren böyle bir yazıyı yayınlamasına ne demeli! Hele yazarı, zaten muallel, başından beri düşünce ve tavırlarındaki zikzaklarıyla mâruf, bulunduğu ortama göre renk değiştiren ve en önemlisi de Sünnet’e, Ehl-i Sünnet’e, dört mezhebe, fıkıh, hadis ve tefsir âlimlerine musallat şimdiki yeni yetme sapıkların ilk dönem öncülerindense!

Nasıl iflâh olmaz marazî bir nefret ki, doksan yaşını aşmış bir kişi, yaklaşık 50 yıl öncesine dayanan bulanık hâtıralarına dönüyor ve yazı yazdığı gazete ve kadrosunun bile içinden doğduğu ve bugün dünyanın her yerindeki mazlumların tek umudu, zâlimlerin de tek korkusu olan bir Türkiye ve Lideri’nin temellerinin dayandığı topyekûn İslâmî uyanış hareketini aklı sıra alttan alta kemirmeye çalışıyor!

Hayrettin Karaman yazısına, “Kışlaya ve okula siyaset sokanlar, bu iki millî kurumu çıkar ve hırslarına alet edenler, millet ve memleketi seviyor olamazlar. Bunların tek sevdikleri ve istedikleri şey iktidardır, güçtür, nüfuzdur ve bunları millî (milletin menfaatine) olmayan amaçlarla kullanmaktır” sözleriyle başlıyor.

Hayrettin Karaman 20 Nisan 2025’te yazdığı yazının başına aldığı bu öfkeli çıkışla kimleri kastettiğini açıklasın bakalım. 70’li, 80’li yıllarda bu ve benzeri sözleri basında, meydanlarda ağızlarından salyalar akıtarak tekrarlayanlar kimlerdi ve kimlere saldırıyorlardı? Hâfızası hâlâ güçlü olduğu anlaşılan Hayrettin Karaman bunları bilmez ve (Allah’ın tevfîkıyle) gelinen noktayı görmez mi?

Belli ki, üzüntü ve öfkesi de asıl bilmesinden ve görmesinden.

Hayrettin Karaman, yazısındaki öfkeli girişin ardından aynı öfkeyle şöyle devam ediyor:

“1977-1978 yıllarını kapsayan ve sözde Akademi olmayı amaçlayan Yüksek İslâm Enstitüsü boykotları 55 gün sürmüştü. Bazı öğretim üyeleri (daha doğrusu çoğu) boykota karşı idik; çünkü akdemi olmayı asıl biz istiyorduk, bunun için altyapı oluşturmak gerekiyordu, buna çalışıyor, uygun akademisyenlerin müdür olmalarını ve asistanların çoğaltılmasını istiyor, buna çalışıyorduk. Boykotçu öğrenciler ise bir parti ile bazı aşırı görüşlülerin etkisi altında idiler, gözleri dönmüş olarak okul müdürünü öldüresiye dövmüşler, başka idareci ve hocaların da kendilerine veya eşyalarına zarar vermişlerdi. Bizim bir arkadaşımız din eğitimi genel müdürdü oldu, o zamana kadar bütün siyasetçilerin yapmadıkları veya yapamadıklarını yaptı, yüz adet asistan kadrosu sağladı. Asistan almak için imtihan yapmak istedik, boykotçular buna da mâni olmak için çaba gösterdiler; Eee, hani akademi olmak istiyordunuz!”

Öncelikle (şimdilik boykotu hâriç tutarak) belirtmeliyim ki, bizim 1975’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne talebe olarak gelişimizden itibaren hem kendi Enstitümüzde hem diğer illerdeki 6 Yüksek İslâm Enstitüsünde Hayrettin Karaman ve arkadaş grubunun hiç beklemedikleri ve hiç de hoşlanmadıkları sarsıcı bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Bu, kemikleşmiş mevcut durgunluk ve aşınmışlığı reddeden diriliş ve aksiyon ruhunun canlanmasından ve buna bağlı şuurun düşünce, sanat, edebiyat zemininde dalga dalga talebe arasında yayılmasından ibaret bir uyanıştı.

O yıl, üniversiteye giriş imtihanında yeterli puanı tutturduktan sonra Kur’ân ve Arapça mülâkatını kazanarak Enstitüye giren 250 talebenin büyük kısmı İmam Hatip okullarındaki öğrenimine ilaveten medrese usulü eğitimlerden geçmiş Ehl-i Sünnet’e bağlı, şuurlu, yaş ortalaması itibariyle de gözle görülür bir kemâle sahipti. Evli, çoluk çocuk sahibi olanlarımız vardı ve sayıları az değildi.

Hayallerimizi süsleyen Yüksek İslâm Enstitüsünün sınıflarındaki yerlerimizi aldığımızda, derslerimize girecek hocalarımızı nasıl bir merakla beklediğimizi, onları nasıl bir an evvel görmek, tanımak istediğimizi, ilim, feyiz alacağımızı düşündükçe nasıl heyecanlandığımızı kelimelerle ifade edemem. O merak ve heyecan, içimde sıcaklığını hâlâ korur. Enstitümüz cennetimizdi bizim. İlmin, kültürün, tarihin, medeniyetin başkenti İstanbul’daydık üstelik, bu bütün hücrelerimizde hissettiğimiz apayrı bir heyecandı, coşkuydu. Sokakta, meydanlarda kopan fırtınalara kapalıydık, ama olup bitenlere duyarsız da değildik elbette.

Derslerimize giren hocalarımızı bir bir tanımaya başladık, müeddeb tavırlarla derslerini dinledik, derslerimize girmeyenleri de merak ediyor, koridorlarda veya oda kapıları açıksa farkettirmeden görmeye çalışıyorduk.

Lâkin, bir süre sonra hocalarla ilgili tuhaf bir tablo karşısında bulduk kendimizi. Bir tarafta talebeyi sessiz, duyarsız, etrafta olup bitenlerden habersiz bir sürü gibi gören ve öyle de kalmasını isteyen, bunun için var güçleriyle çaba sarfeden bir hocalar grubu, diğer tarafta onlardan keskin çizgilerle ayrılan, talebeye sıcak, aydınlık göz ve gönülle bakan, Ehl-i Sünnet’e tavizsiz bağlı; ilim, amel, tavır, duruş şuurunu ateşleme çabasındaki diğer hocalar. Bu hocalar, organize grup keyfiyetinden uzak, birbirinden bağımsız hareket ederken, birinci grubun “Nesil” adını verilen çapı, çerçevesi belirsiz garip bir oluşum etrafında kümelenmiş olduğunu farkettik.

Bir pazartesi günü ilk dersten son derse kadar bütün sınıflarda bu gruptaki hocalar derslerine, adını verdikleri ciddî bir siyasî tehlikeye karşı çok önemli bir uyarıyla başladılar. Uyarının özü: “(Adını vererek) bu tehlikeli siyasî partiden aman uzak durun, sakın bulaşmayın!” Sıralarda şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne bakıyor ve bu beklenmedik organize çıkışların sebebini anlamaya çalışıyorduk.

Nihayet, o günün derslerinden birinde söze aynı uyarıyla başlayan sempatik mizaçlı bir hocamızdan el kaldırarak söz istedim. Hocamız farklı bir içtenlik ve şevkle, “Buyur Hasancığım, söyle!” dedi. “Hocam, sabahtan beri şaşkınlık içindeyiz, sizin gibi bazı hocalarımız derse o partiyle ilgili aynı uyarı sözleriyle başlıyor; yapmayın Allah aşkına, bu çıkışlarınızla kimsenin aklında olmayan siyaseti sizler yapıyorsunuz, zihinleri bulandırmaya çalışıyorsunuz!” dedim. Hocanın morali fena halde bozulmuştu. Derste, koridorda rastlaştığımızda beni görünce yüzünü başka tarafa çeviriyordu. Halbuki aynı hoca bir gün koridorda rastlaştığımızda büyük bir şevkle “Hasan, Ergun Göze Tercüman’daki köşesine senin bir şiirini almış, okudum mükemmeldi. Şair olduğunu bize nasıl söylemezsin!” demiş ve beni pek sevmişti, her karşılaşmamızda hâl ve hatırımı sorardı. Bu yazıyı görür ve okursa sanırım, hatırlar.

Hayrettin Karaman’ın başını çektiği bu hocalar grubuyla ilgili pek çok talebelik hâtıralarımızdan sadece birini naklettim, fikir vermede yeterli olur sanırım.

Enstitüye gelişimizden sonraki kongrelerden birinde, benim başkan seçilmemle İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Cemiyetini aldık. Ardından, yapılan kongrelerden birinde de sıra arkadaşım Ali Mazak’ın başkan seçilmesiyle Yüksek İslâm Enstitüleri Talebe Federasyonunu aldık. Kendi çapında devrim sayılabilecek bu değişiklikler diğer 6 Yüksek İslâm Enstitüsünde de yaşandı. O dönemde bu gelişmeler sadece talebe arasında değil, hocalar ve idareler arasında da “Neler oluyor?” dedirtecek cinsten ilgi ve merak uyandırıyordu. O dönem Türkiye’sinin üniversite ve yüksek okullarında ufak çaplı kıyametler yaşanırken, bizim Yüksek İslâm’larımız en sessiz, sakin limanlardı ve bizler kendilerini derslere vermiş ve geleceğe adamış talebeler olarak bundan çok mutluyduk.

Derken, Yüksek İslâm’ların daha önceki dönemlere dayanan İslâmî İlimler Akademisi’ne dönüştürülmesi fikri, bizim gayret ve hamlelerimizle bizde ve Türkiye genelindeki Yüksek İslâm talebeleri arasında yaygınlık kazandı, ateşlendi ve ertelenemez bir iştiyak halini aldı. Bu arada, konuya duyarlı bir grup milletvekili tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına İslâmî İlimler Akademisi kanun teklifi verilmiştir. Artık, Federasyon ve Talebe Cemiyeti olarak, diğer Yüksek İslâm’ların Talebe Cemiyetleriyle birlikte artan bir şevkle sık sık Ankara yollarındayız. Hayrettin Karaman grubunun korktuğu, tehlikeli bulduğu siyasî parti, teklifin kanunlaşması için fevkalade çaba sarfederken, diğer partiler sessiz ve ilgisiz bir tutum içindeydi. Diğer partileri ikna edip tasarımızı desteklemeleri için parti genel merkezleri, Meclis ve Meclisteki grup odaları arasında mekik dokuyoruz. Partiler ve hükümeti oluşturan partilerin hâli ise tam bir çadır tiyatrosu manzarası.

Genel seçimlere çok az bir zaman kalmış ve bizim Akademi kanun tasarımız 10. sırada. Umutsuz vak’a; partiler arasındaki kavga yüzünden Meclis kilitlenmiş durumda, ama yine de bütün hatlarımızla yükleniyoruz.

Meclis koridor ve odalarında yaşadığımız pek çok ibretlik hâdise vardır.

İşte bunlardan, siyasî tarihe geçecek değerde olan biri: Türkiye genelinde mevcut 7 Yüksek İslâm’dan 17 kişilik Talebe Cemiyeti ve Federasyon heyeti olarak Başbakan Demirel’in Meclis’teki odasında tek sıra halinde dizilmiş vaziyetteyiz. Demirel’den bize bu randevuyu alan Milletvekili Feyzullah Değerli (ki, İstanbul’un bir dönem ünlü vâizlerindendi) kenarda, Demirel’le bizim aramızda, bize bir metre mesafede tam olarak namazdaki kıyam duruşunda ve hafif rükû vaziyetinde huşulu, hareketsiz duruyor. Odadaki koltukları dolduran ünlü siyasî isimler, Demirel’in A takımı yol arkadaşları. Hepsi dikkat kesilmiş, gözleri üstümüzde. Demirel şimşek hızıyla bir bir elimizi sıktı ve “Hoş geldiniz çocuklar, nassınız, nedir mesele?” dedi. Yaş farkımdan olacak, heyet sözcülüğünü ben yapıyordum; hafif öne çıktım, “Efendim, bizler Türkiye’deki 7 Yüksek İslâm Enstitüsünün Talebe Cemiyetleri ve Federasyonu olarak huzurunuzdayız. Enstitülerimizin İslâmî İlimler Akademilerine dönüştürülmesiyle ilgili kanun tasarımızın ...” demiştim ki, hemen sözümü kesti ve “O iş tamamdır, bitmiştir” dedi. “Nasıl olur dedim, bir ay sonra Meclis tatile girecek, zaten Meclis tıkanmış durumda, ardından seçimler var, tasarımız 10. sırada, danışma kurulunda öne alınırsa belki ...” diye üsteledim ki, “Onu sen ben bilmeyiz (Oğuz Aygün’ü işaret ederek) şu beyefendi bilir; ben ne diyorsam o, başka bir mesele var mı, arkadaşlarınıza selâmımı söyleyin” dedi. Hayretten donakalmış gibiydik; çünkü bu akla ziyan bir baştan savma idi. Bize, “Çocuklar Meclisin halini bildiğiniz anlaşılıyor, umut veremem, ama gayret ederiz” deseydi, teşekkür eder çıkardık. Başbakan olarak söylediği “O iş tamamdır, bitmiştir” sözünün Meclisin hâlihâzır durumu itibariyle inanılır tarafı yoktu.

Nitekim bu görüşmeden on beş gün sonra yine aynı odada, yine hemen hemen aynı hâzırûn ortamında, aynı talebe heyeti olarak tekrar Demirel’in karşısındayız. Hâl, davranış, söz, kelimeler, mimikler dahil bir önceki karşılamanın tıpatıp tekrarından sonra, Demirel’in bu sefer de, “N’apalım, bu iş olmaz, tek başımıza hükümet miyiz? Bir zamanlar tek başımıza hükümettik, vurduk, kırdık, yardık, kimse önümüzde duramadı. Ama şimdi öyle mi? Verin bize 250 milletvekili yapalım” çıkışıyla sarsıldık. [Demirel, Akademi kanununun çıkması için bizden 250 milletvekili istiyordu; nereden bulacaktık, farzımuhal bulduk diyelim, sözünde duracak mıydı?”

Burada bir noktayı belirtmemek vefasızlık olur: Haftalar süren Meclis maceramızda bize samimiyetle kucak açan, Akademi teklifinin kanunlaşması için can havliyle çalışan tek siyasî parti, mâhut hocalar grubunun “Aman uzak durun, tehlikelidir” dedikleri “siyasî parti”ydi.

Enstitüler Din Eğitimi Genel Müdürlüğüne bağlıydı ve bu hocalar grubundan biri bu kurumum genel müdürüydü. Dolayısıyla o dönem Ankara’sının siyasî mahfillerinde gözle görülür bir ağırlığa sahiptiler. Bizim gayretlerimize destek vermek yerine, Enstitülerin ellerinden gidecekleri endişesiyle kendilerine has yöntemlerle engel olmaya çalıştılar. Dolayısıyla, Hayrettin Karaman’ın “Akademi olmayı asıl biz istiyorduk” sözü yalandır. Eğer isteselerdi talebenin gayretlerine destek olurlar, güç verirler ve hiç birimizin istemediği boykotlar yaşanmazdı. Sonuç aynı olsa bile yaşanmazdı.

Bütün bu gayretlerin sonuç vermemesi, gizli açık engellemeler ve yalnız bırakılmışlık neticesinde, talebe tamamen kendi insiyatifi ve aralarında oluşturdukları bir komite öncülüğünde boykota gitti. Talebe Cemiyeti ve Federasyondan bağımsız olarak boykota gitti. Çünkü, Cemiyet ve Federasyon olarak boykot fikrine katılmıyorduk. Talebe müthiş bir gerilim içindeydi; Ankara’ya duyulan öfkenin yanında, Enstitü yönetimi ve söz konu hocalar grubunun tutum ve davranışlarına karşı da patlama noktasına gelmişti. O yüzden boykotun seyri ve muhtemel sonuçlarından endişe ediyorduk.

Talebeden, talebenin geleceğinden başka bir şey düşünmeyen diğer bağımsız hocalarımız gibi, Enstitü yönetimi ve söz konusu grup (ki, bu grup Hayrettin Karaman grubudur) da talebeyi bağrına basmış ve talebeyle hemhâl olmuş olsaydı zaten boykot diye bir şey kimsenin aklına gelmezdi. Gelinen umutsuz noktaya rağmen gelmezdi.

“Veee … nihâyet boykot!”

Boykotun ne gün başlayacağını tesadüfen sorduğum bir arkadaştan öğrendim. O günün sabahı Bağlarbaşı meydanını süsleyen “Yüksek İslâm Enstitüsünde boykot” afişlerinin arasından dizlerimin bağı çözülerek Enstitüye doğru ilerlemiştim ki, yaklaştıkça ateşli konuşmalarla Enstitü meydanının âdeta sarsıldığını hissediyordum. Gördüm ki, bina önündeki meydanı dolduran mahşerî bir talebe topluluğu, baş tarafa kurulmuş bir kürsü ve sıraya girdiği anlaşılan talebe konuşmacılar. Kimseye farkettirmeden nizamiye kapısından girip bir kenarda konuşmaları dinlemek niyet ve kararındaydım.

Kapıdan girişimin görülmesiyle birlikte, “Başkan geliyor, kürsüye yol açın arkadaşlar!” çığlıkları yükseldi ve konuşmalar durdu. Şiddetli alkışlar arasında bir anda kendimi kürsüde buldum. Kitle hareketinin insanı bir anda nasıl bambaşka hâle getirdiğinin kitaplara geçecek değerdeki örneğine dikkat buyurulsun: ben, günler ve hele dakikalar önceki ben olmaktan çıkıvermiş, yere göğe sığmaz bir öfkeyle, coşku ve heyecanla doluvermiştim.

Kürsüdeyim, elimde mikrofon; nefesler tutulmuş, derin bir sessizlik, ne diyeceğim bekleniyor.

Yüksek, en yüksek ses tonuyla, “Veee … nihâyet boykot! Verilmeyen haklar için, türlü şekillerdeki gizli açık ihanetlere karşı boykot!” dememle birlikte meydandaki coşku zirve yapmıştı.

Özetleyerek bitirelim.

Boykot kararı talebe arasında son çare olarak alındı ve seçilen bir komite tarafından yürütüldü, yönetildi.

Hayrettin Karaman’nın, “Boykotçu öğrenciler ise bir parti ile bazı aşırı görüşlülerin etkisi altında idiler” sözü tamamen yalan ve iftiradır. O talebe tesir altında kalmaz, ancak tesir ederdi. O talebe, Ehl-i Sünnet çizgisinde öyle keskin ve berrak bir şuura sahipti ki, Hayrettin Karaman ve benzerleri bunu görme, anlama yeteneğinden yoksundular, yapıları buna müsait değildi. Taksîmât-ı ilâhiyyede bundan mahrum edildikleri anlaşılıyordu.

[Önemli bir detay: Hoca, talebede kusur görmez, talebeyi kusuruyla kucaklar, bağrına basar; böylece var olan kusur hocanın marifetli, feyizli ellerinde doğruya, hakikate dönüşür. Enstitüde böyle hocalarımız da vardı. Boykotta talebenin yanında yer almışlar ve daima talebeyi müdafaa etmişlerdir. Bu beye ve benzerlerine geç kalmış olmalarına rağmen, Ulemâ-i Kirâm’dan tevârüs edilen hocalık ahlâk ve adabına dönüp bakmalarını tavsiye edeceğim, ama onlara göre zaten Ulemâ-i Kirâm diye bir şey yoktur, ilim de ulema da kendileriyle başlamıştır].

Boykot boyunca o çok korktukları siyasî partiyle talebenin ne en ufak bir münasebeti oldu, ne de o parti adına bir slogan veya onu ima eden bir söz, hareket oldu. Buna ne talebenin ihtiyacı vardı, ne o partinin. Lâkin, talebenin haklı öfkesini itibarsızlaştırmak için ve başka bir gerekçe de bulamadıklarından bu yaygarayı o kadar ileri derecelere götürdülerdi ki, düzenleyeceğimiz gecede konferans vermesi için evinde ziyaret ettiğimiz Üstad Necip Fazıl, söz konusu partinin adını vererek, “Çocuklar, siz bu boykotu o parti hesabına mı yapıyorsunuz?” diye sormuş, Federasyon Başkanımız Ali Mazak, “Hayır, üstadım; o boykot Akademi olmak ve buna engel olmaya çalışan, sizin de din tahripçileri dediğiniz zümreye karşı yapılıyor!” cevabını vermiş, bunun üzerine Üstad, öfkeli bir ses tonuyla, “Tamam o zaman, tamaaam; bunun üzerine söz olmaz!” demişti.

Hayrettin Karaman’ın, “Bu imtihanı (asistanlık) yapabilmek için boykotçuların dayandığı partiden içişleri bakanı olan zata bir arkadaşı gönderdik, “Okulu boykot ediyorlar, biz bunu kırmıyoruz, asistanlık imtihanı yapacağız, bunu engellemesinler” dedik; cevabı aynen şu oldu: “Yahu size çok hizmet ettiler, bırakın biraz da bize hizmet etsinler.” sözlerindeki içişleri bakanı Korkut Özal’dır. Korkut Özal gibi söz, üslûp, duruş, vakar, akıl mantık seviyesi herkesçe bilinen ve her görüşten insanın saygı duyduğu bir şahsiyet, “Yahu size çok hizmet ettiler, bırakın biraz da bize hizmet etsinler.” şeklindeki harcıâlem bir sözü asla söylemez, şayet söylemişse muhatabının dibe vurmuş idrakini diplere çivilemek için söylemiştir.

Hayrettin Karaman ve grubunun bu siyasî partiden neden bu kadar korktuklarını, düşman kesildiklerini merak edenler olabilir. Cevabı basit: O yıllarda (70’li yıllar) bu partiden kimler neden ve ne sebeple korktu ve tehlikeli bulduysa, onlar da o sebeple korktu ve tehlikeli buldu. Daha özel bir sebep de, giderek yükselen, artan bir şuurlanmayla Enstitülerdeki bulanık hâkimiyetlerinin sona ereceği endişesi.

Hikâyenin en zor, en hazin kısmı; Enstitü Müdürü hocamızın maruz kaldığı ve hepimizi derinden yaralayan akıbet. Bir gün, talebesi ve Talebe Cemiyeti Başkanı olarak kendisini makamında ziyaret ettim. Hocam dedim, talebe çok gergin, boykotu kırmaya çalışan bazı hocaların çok yanlış tavır ve hareketleri yüzünden gerginlik giderek artıyor, korkarım kontrol edilemez hâle gelecek. Hocamız şaşkın ve çaresiz gibiydi. Kendine has tavrı ve üslûbuyla “Beni döverler mi demek istiyorsun Hasan Efendi!” demez mi? Aman Hocam, o nasıl söz, dedim; çünkü böyle bir ihtimal asla kimsenin aklına gelmezdi. Ben sadece talebeye sıcak davranılsın, gerilim düşer demeye çalışıyordum. Üstelik hocamız kendi halinde, istikameti düzgün, saygı gören, ama müdür olması hasebiyle mahut hocalar grubunun baskısı altındaydı. Dolayısıyla boykota karşı sert tavırlar gösterdiği oluyordu.

Sebep/ler ne olursa olsun, asla mazur görülemez, asla kabul edilemez bu hazin akıbetin yaşanmasına, tamamıyla Hayrettin Karaman grubunun idare üzerinde kurdukları hegemonya sebep olmuştur. Nasıl bir cinnet hâli yaşanmış, neler olmuş da o cinnet noktasına gelinmiş ki, akla ziyan bu hâdise vuku bulmuş! Ben nasıl ve kimler eliyle cereyan ettiğini hâlâ tam olarak bilmediğim, bilmeye gönlümün el vermediği hâdiseyi, Ramazan münasebetiyle Diyanet tarafından bir aylığına gönderildiğim Belçika’da bir gazete haberinden öğrenmiş ve dönüşte hemen hocamızı ziyarete koşmuştum. Hocamız çok üzgündü, senin bir dahlin, kabahatin yok, biliyorum dedi. Daha önceki adab dâhilinde vaki uyarımı hatırlamış mıdır, bilemem.

Yüksek İslâm’lar, Hayrettin Karaman’ın, “Bizim bir arkadaşımız din eğitimi genel müdürü oldu” dediği kişiye bağlı olduğu için Ankara’ya her gidişimizde ona da sıkça uğrardık. Ancak bütün yaptığı, Ankara’nın puslu havasında bizleri kendi sisli, dumanlı zihniyetlerine çekmeye çalışmaktan ibaretti. Bunda başarılı olamayınca, hâkim olduğu ortamlarda bizleri “bertaraf edilmesi gerekenler” olarak görecekti.

Nitekim, 79’da mezun olduğumda o kişi Diyanet İşleri Başkanı, ben de Beykoz müftülük murakıbıydım. Rize Müftülük murakıplığına naklim çıktı. Durdurmak için ne kadar uğraştımsa netice alamadım. İstanbul müftüsüne hâlimi arz ettim; seni buraya memur olarak alalım dedi ve hemen memurluk teklifi hazırlattı ve ben o teklif yazısıyla sevinerek Ankara’ya, Diyanet’e koştum. Başkan yardımcısı Niyazi Baloğlu “Yine mi geldin sayın Ulus” dedi tebessüm ederek. Hocam, artık bu sefer beni boş döndürmezsiniz, çünkü elimde İstanbul müftülüğüne memurluk teklif yazısı var” dedim ve yazıyı takdim ettim. Bekle, Başkan’a çıkayım dedi; bir müddet sonra döndü ve kelimesi kelimesine, “Olmuyor, olmuyor sayın Ulus, İstanbul’da değil memuriyet, müstahdemlik istesen bile olmuyor” dedi. Suçum nedir, dedim. O çok korktukları, tehlikeli buldukları partinin adını zikrederek “O partinin görüşünde olman” dedi. Bakar mısınız, o Diyanet İşleri Başkanı, düşmanı olduğu partinin içinden çıkan ve (el-Hamdü lillâh ki) 23 yıldır iktidar olan partiden ilk dönem milletvekilliği bile kaptı. Ne garip, değil mi? Ama bu, eminim ki, o kişinin o dönemlerdeki hükümferma derin devlet yapısında olmasından kaynaklı zarurî bir tasarruftu, öyle olmalıydı.   

Hayrettin Karaman da şimdi ve uzun zamandır o aziz, o kurtarıcı görüşün en üst seviyede basında temsilcisi olan gazetede yazılar yazıyor. Bu yazıda ele aldığımız yazısı da bu güzelim, canım gazetede yayınlanıyor. Ne garip, değil mi?

Yazımızı, Hayrettin Karaman’nın ilmî seviyesi ve itikâdî yapısını resmeden, kendi sözlerinden ibret-i âlem alıntılarla bitirelim:

“Peygamberimiz, ‘Yahudi mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, Hristiyan mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor Diyor ki; ‘Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah’a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyleri yapsınlar), beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler, getirdiğim kitabın şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete giderler” demiş oluyor.”[1]

“İmanın şartları Yahudi ve Hıristiyanlar için ikidir, onlar sadece Allah’a ve ahirete inanmakla cennete girebilirler.”[2]

“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun! demiyor, Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun! demiyor.”[3]

“Kur’an-ı Kerimde ehl-i kitapla ilgili (Yahudi, Hıristiyan) devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, Ahirete iman, amel-i salihtir. Kur’an birçok ayette bunu söylüyor yani Peygambere iman edin demiyor.”[4]

“Bütün insanların Müslüman olmaları, dinin Kur’an’ın hedefi değildir.”[5]

“Diyalogun hedefi tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.”[6]

Hayrettin Karaman’ın, kendi sapık görüşleri bir yana, Sahâbe-i Kirâm’dan günümüze uzanan devirlerin hiçbirinde Kur’ân’a ve Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı bu iftiraların benzerine rastlanamaz.

Hayrettin Karaman, yaklaşık 50 yıl öncesinde ve hâlâ “Kışlaya ve okula siyaset sokanlar”ın peşine düşmesin de kim düşsün!

Yaklaşık 50 yıl öncesinde ve hâlâ İslâmî uyanış, diriliş ve aksiyondan başka derdi olmayan ve bulanık söz ve eylemleri yüzünden kendisini sevemeyen, saygı duyamayan talebelerine iftira etmesin, kin gütmesin de ne yapsın!

Dipnotlar:

[1] Hayrettin Karaman, Diyalog ve Kurtuluş Çalışmaları, İz Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 197 ve 217.

[2] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006, s. 35.

[3] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006, s. 35.

[4] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006, s. 37 ; Hayrettin Karaman, Diyalog ve Kurtuluş Çalışmaları, s. 199.

[5] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 41.

[6] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 36.

Kaynak: Baran Dergisi
 

Yorum Yazın