Modern pedagoji ve ruhun örselenmesi

0
Modern pedagoji ve ruhun örselenmesi
Pedagojinin en temel kaidelerinden biri, çocuğun olduğu gibi var olmasına müsaade etmektir. Bu, yalnızca onun kendini özgürce ifade edebilmesi manasına gelmez, aynı zamanda içinden geldiği gibi düşünmesine, hissetmesine, hayal kurmasına ve hata yapmasına imkân tanımayı da muhtevasında barındırır. Bu kaide, çocuğun potansiyelini keşfetmesine, hürriyetini muhafaza ederek şahsiyetini inşa etmesine zemin hazırlar.

Çocukluk, insan hayatının en kırılgan fakat en verimli merhalesidir. Kişinin hem kendini tanıdığı, hem de dünya ile ilk temaslarını kurarak mevcudiyetini manalandırmaya başladığı bu dönem, dâhili mimarinin temellerinin atıldığı eşsiz bir safhadır. Bu süreçte çocuğa biçilen roller, sunulan rehberlik ve kurulan beşeri ilişkiler, onun ruh dünyasında silinmesi güç izler bırakır. Çocuk, henüz dilini yeni çözerken bile, etrafındaki bakışlardan, ses tonlarından, verilen ya da esirgenen ilgiden dünyaya ve kendine dair temel yargılar üretmeye başlar. Bu erken temaslar, kişinin hem kendi öz şahsiyetine hem de dış dünyaya karşı nasıl bir duruş sergileyeceğini belirleyen yapıtaşlarına dönüşür.

Pedagojinin en temel kaidelerinden biri, çocuğun olduğu gibi var olmasına müsaade etmektir. Bu, yalnızca onun kendini özgürce ifade edebilmesi manasına gelmez, aynı zamanda içinden geldiği gibi düşünmesine, hissetmesine, hayal kurmasına ve hata yapmasına imkân tanımayı da muhtevasında barındırır. Bu kaide, çocuğun potansiyelini keşfetmesine, hürriyetini muhafaza ederek şahsiyetini inşa etmesine zemin hazırlar. Ne var ki, modern ebeveynlik anlayışında çocuk çoğu zaman bir “proje” gibi görülmekte; başarı, itaat, zapturapt kabilinden fasit kalıplara sokularak idealize edilmiş bir modelin kopyası olmaya zorlanmaktadır. Bu yaklaşım, çocuğun dâhili akışını inkıtaa uğratmakta, onun doğal merakını, üretici enerjisini ve duygusal derinliğini bastırmaktadır.

Hâlbuki sağlıklı bir tekâmül, çocuğun iç dünyasının dışa taşmasına izin verildiğinde, yani kendini olduğu gibi ortaya koyabildiği ortamlarda mümkün olur. Ona biçilen rollerin değil, kendi fıtratının peşinden gitmesine müsaade edildiğinde, çocuk yaradılışına uygun bir şahsiyet geliştirir. Ebeveynin ya da toplumun beklentilerine nispetle şekillenen bir çocuk değil, kendi duygularıyla barışık, sorabilen, düşünebilen, sevebilen ve hayret edebilen bir çocuk, insani tekâmülün ilk kıvılcımlarını taşır. Bu yüzden, çocukluk yalnızca bir geçiş dönemi değil, aynı zamanda insan ruhunun asli halini barındıran, muhafaza edilmesi ve anlaşılması gereken bir menzildir.

Davranış Eğitiminin Temeli

Geleneksel ve modern eğitim telakkilerinde sıkça rastlanan bir yanılgı, çocuğu dış dünyaya “hazırlamak” adına onun davranış repertuarını belirli kalıplara sokma çabasıdır. Bu yaklaşım, çocuğun ruhsal ve duygusal yapısını göz ardı ederek, yalnızca görünen semptomlarla meşgul olma eğilimindedir. Oysa davranış, bir neticedir; çocuğun iç dünyasında mayalanan duyguların, fikirlerin ve deneyimlerin dışa vurumudur. Bu sebeple, davranış eğitiminden önce çocuğun iç âleminde bir güven ve sükûnet hali inşa edilmelidir. Zira iç muvazenesi kurulamamış, duygusal gelgitlerle baş başa bırakılmış bir çocuktan dışarıya düzenli, ölçülü ve sağlıklı davranışlar beklemek, onun doğasına aykırı bir beklentidir.

Eğitimin ilk basamağı, çocuğun kendini güvende hissetmesidir. Bu güven, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal olarak kabul görme, anlaşılma ve değerli hissetme hâlidir. Bu duygu tesis edilmeden çocuğa sunulan muhtelif davranış eğitimleri, temeli zayıf bir yapının üzerine bina inşa etmeye benzer. Neticede bu yapı ya çöker ya da içinde büyüyen kişiyi sıkıştırır, daraltır. Bir çocuğa bağırmadan konuşması, empati kurması ya da paylaşmayı öğrenmesi isteniyorsa, öncelikle onunla kurulan ilişki şeklinin bu değerleri barındırması gerekir. Zira çocuklar, söylenenden çok, hissedileni ve yaşananı öğrenirler.

İç huzur ve güven duygusu, çocuğun kendiyle barışık bir şekilde dünyayı idrak etmesine yardımcı olur. Bu hal, onun benlik inşasında mihenk taşıdır. Kendisini anlaşılmış, duyulmuş ve kabul edilmiş hisseden bir çocuk, davranışlarını harici taleplere göre değil, hakikate nispetle şekillendirir. Bu noktada ebeveynin yahut eğitimcinin rolü, çocuğu tasarrufu altına alan değil, ona dâhili muvazenesini keşfetmesinde rehberlik eden bir duruma dönüşmelidir. Çünkü iç düzeni tahkim edilmemiş bir çocuğun dış düzeni idrak etmesi, kurması ve sürdürmesi neredeyse imkânsızdır. Eğitim, bir tür iç mimaridir ve bu mimari sükût, sabır ve güven üzerine inşa edildiğinde kalıcı, derin ve sahici bir tesir bırakır.

Minnet Duygusunun Zehirleyici Etkisi

Anne ve babalar, çoğu zaman iyi niyetle hareket ettiklerini düşünerek, farkında olmaksızın çocuklarının ruh dünyasını bir minnet hissiyle ihata ederler. Bu, alenen ifade edilmese de, çocuğun zihin dünyasında “borçlu olma” duygusunun yavaşça serpildiği, ince ama derin bir esaret şeklidir. Oysa çocuğa sunulan yardımlar, onun kişiliğini gölgelemeyecek, hür iradesini tahakküm altına almayacak ve minnet yükü taşımayacak şekilde sunulmalıdır. Zira gerçek sevgi, beklenti barındırmaz, karşılık istemez. Sevgi kisvesine bürünmüş minnet dayatması ise, çocuğun şahsiyetinde büyük yaralar açar, onu pasif bir mahkûma dönüştürür.

Çocuk, ebeveyninin gölgesinde var olmamalıdır, onun yanında kendini borçlu değil, özgür hissetmelidir. Bir çocuğun “ben bunları annem-babam için yapmak zorundayım” duygusuyla hareket etmesi, onun öz varlık şuurunu zehirler. Aile, bir eğitim yuvası olduğu kadar bir güven ve özgürlük alanı da olmalıdır. Ancak “Ben sana dememiş miydim?”, “Bunu sana kaç kere söyledik?” kabilinden ifadelerle çocuğun hataları yüzüne vurulduğunda, eğitim yerini tahakküme bırakır. Bu lafızlar, çocuğun kendi hatalarından ders çıkarmasına değil, ebeveynin bilgeliğini ve haklılığını onaylamasına hizmet eder.

Oysaki çocuk, öğrenmenin en sahici yollarından biri olan “hata yapma” payına sahiptir. Hata, tekâmülün zaruri bir durağı, karakterin mayalandığı bir süreçtir. Deneye yanıla, düşe kalka yürüyen çocuk, hayatla temas kurar, sorumluluk alır, neticelerle yüzleşmeyi öğrenir. Ne var ki birçok ebeveyn, çocuklarının hata yapmasına tahammül edemez, onları muhafaza etmek adına aslında kendi kaygılarını tatmin eder. Bu koruyucu görünen müdahaleler, çocuğun karar alma becerisini köreltir, özgüvenini zayıflatır, hayata karşı ayakta durma kuvvetini eritir.

Minnet duygusuna dayalı ilişkiler, çocuğu itaate yönlendirir, oysa eğitimin hedefi itaatkâr fertleri değil, tefekkür eden, sorgulayan ve kendi hakikatinin izini sürebilen şahsiyetler yetiştirmektir. Çocuklar, kendilerine tanınan alanlarda büyür; tahakküm altına alındıkları, borçlandırıldıkları yahut kıyaslandıkları yerlerde değil. Gerçek terbiye, çocuğa mükellefiyet yüklerken ona kendi yürüyüşünü seçme hürriyeti tanıyabilen terbiyedir.

Şahsiyet Örselenmesi ve Haz Kontrolü

İnsanın kendi şahsiyetini tahkim edebilmesi, büyük ölçüde hazzı erteleyebilme ve arzularını yönetebilme becerisine bağlıdır. Zira nefs terbiyeye muhtaçtır. Onu dizginlemeden, insanın şahsiyet inşası mümkün değildir. Bu dâhili denetim mekanizması ise, çoğu zaman çocuklukta atılan temellerle gelişir yahut zayıf kalır. Eğer bir çocuk, küçük yaşlarda sürekli aşağılanmış, hor görülmüş, değersizleştirilmiş ya da kendine yabancılaştırılmışsa, şahsiyetinde derin yaralar vuku bulur. Bu ruhsal yaralar, ilerleyen yaşlarda kişinin heva ve heves karşısında zayıf düşmesine, nefsinin arzularına karşı koyamamasına sebebiyet verir.

Şahsiyet, tanınmakla, saygı görmekle, addedilmekle, sevilmekle tahkim edilir. Bir çocuk sık sık istihza ediliyor, küçümseniyor, yaptığı fiiller değersizleştiriliyorsa, zamanla kendi değerini dış dünyadaki onaylardan devşirmeye başlar. Bu da onu, haz veren ama yozlaştırıcı pek çok uyarana açık hâle getirir. Zira şahsiyeti örselenmiş fert, kendini iyi hissetmenin yollarını harici tatminlerde arar. Nefsine yenik düşer, anlık hazların esiri olur, irade terbiyesini başaramaz. Hâlbuki sağlam bir irade, ancak saygı görmüş, ruhu muhafaza edilmiş bir çocuklukla mümkündür.

Çocuğu utandırmak, ayıplamak, dalgaya almak… Bunlar sadece pedagojik hatalar değil, aynı zamanda onun manevi inşasına indirilen sarsıcı darbelerdir. Onuru incitilen bir çocuğun karakteri, zamanla kırılganlaşır, kendini gerçekleştirme yolculuğunda taklitlere sapar, kimliğini başkalarının beklentileriyle şekillendirir. Oysa pedagojik sürecin asli vazifesi, çocuğun iç âlemini ve benliğini muhafaza etmek, onu kendi kıymetini idrak edebilen onurlu bir şahsiyet olarak yetiştirmektir.

Ruhu muhafaza edilmiş bir çocuk, hazla sınandığında kendine hâkim olabilir. Zira nefisle mücadele, sadece bir irade savaşı değil, aynı zamanda bir kimlik meselesidir. Kim olduğunu bilen, kendi iç değerini tanıyan bir çocuk haz karşısında eğilmez, kendi merkezinde sabit kalabilir. Bu sebeple eğitim, sadece bilgi ve beceri kazandırma işi değil, aynı zamanda çocuğun iç varlığını kollama, ona haysiyetli bir alan açma mesuliyetidir.

Ruh İnşasında Ebeveynin Rolü

Ebeveynlik, sadece bir bakım ve gözetim meselesi değil, aynı zamanda ince bir ruh işçiliğidir. Çocuk, yalnızca karnı doyurulması, üstü örtülmesi gereken bir varlık değil; hassas, derin ve ebediliğe namzet bir ruh taşıyıcısıdır. Bu yüzden ebeveynlerin temel hedefi, çocuğun ruhuna zarar vermemekle kalmayıp, onun şahsiyetini serbestçe inşa edebilmesi için gerekli iklimi teşkil etmek olmalıdır. Çocuğun hataları, onun öğretmenidir. Minnet yükü ise bir zincirdir. Onu bu zincirlerle kuşatmak, dâhili hürriyetini gasp etmek manasına gelir. Özgür bir ruh, ancak yanlış yapmasına, düşmesine ve yeniden kalkmasına izin verilmiş bir ortamda büyür.

Şahsiyeti örselenmiş bir çocuk, dış dünyada güçlü bir fert gibi görünmeye çalışsa da, iç dünyasında çatışmalarla, kaygılarla ve kimlik bulanıklıklarıyla mücadele eder. Ebeveynin lafızlarıyla değil, tutumu ve tavrıyla şekillenen bu iç inşa, çocuğun özgüvenini ya besler ya da kemirir. Bu bağlamda pedagoji, yalnızca davranışların şekillendirildiği mekanik bir süreç değil, çocuğun ruhunu işleyen, onun iç manzarasını şekillendiren bir sanattır. Bir bakıma, çocuğun iç âlemini sabırla dokuyan, onun ruh telini incitmeden tınlatmaya çalışan bir iç mimari faaliyetidir.

Çocuk eğitimi, basit bir zapturapt mekanizması yahut davranış yönetimi değildir, insan ruhunun en derin katmanlarına nüfuz eden, uzun soluklu bir inşa sürecidir. Bu sürecin ana karakteri olan çocuk, kendi olma hakkına sahip, hatalarıyla büyüyen, sevgiden beslenen ve onuruyla gelişen bir varlıktır. Ona biçilen roller, sunulan yardımlar ve teşkil edilen ilişkiler, sadece bugününü değil, istikbaldeki benliğini de şekillendirir. Minnetle ezilen, hor görülerek bastırılan yahut sürekli denetlenerek özgürlüğü elinden alınan bir çocuk, ileride nefsin tutsağı olmuş bir yetişkine dönüşebilir. Oysa pedagojik yaklaşım, çocuğun ruhuna karşı incelikli bir dikkat, sabırlı bir tevekkül ve derin bir sevgiyle yönelmelidir. Zira sağlam bir cemiyet, sağlam fertlere; sağlam fertler ise çocuklukta ruhu örselenmemiş, şahsiyeti ezilmemiş fertlerle mümkündür. Ebeveynlik, nihayetinde bir iç mimarî mesuliyetidir; görünmeyeni şekillendirmek, söylenmeyeni duymak ve büyümekte olan bir ruhu incitmeden taşımaktır.

  • Next Social

Yorum Yazın