Soykırımın ortasında anne olarak hayata devam etmek, bitmeyen bir suçlulukla “yaşamak” demek.
Söylenecek söz ne kaldı? Her gün Gazze’de çocuklar, vergi paralarıyla finanse edilen bombalarla parçalanıyor. Ve biz hâlâ çocuklarımızı yıkayıp uyutmaya devam etmek zorundayız.
Soykırımın ortasında anne olmak, kendi çocuğunla oyun oynarken Gazze’de bir annenin evladının kefeninin başında ağlaması demek. Alışveriş arabasını doldurmak, dolabı açıp bolluk görmek şükretme vesilesi. Oysa Gazze’de babalar, çocuklarının açlığını bastırmak için midelerine taş bağlıyor. Biz yerdeki legoları, dökülen ekmek kırıntılarını topluyoruz; onlar ise kanlı uzuvları plastik torbalara yerleştiriyor.
Benim gibi pek çok anne, çocuklarına tüm bedeni, aklı ve ruhuyla bağlı. Günlerimiz yemek hazırlamak, uyku saatlerini ayarlamak, kıyafetlerini temiz tutmak ve zamanlarını dolduracak uğraşlar bulmakla geçiyor. Ama anne olduktan sonra hissettiğim başka bir şey daha var: Tüm çocukları koruma sorumluluğu. James Baldwin’in dediği gibi, “Çocuklar her zaman bizimdir.”
Kendi çocuklarımla ilgilenirken şunu görmezden gelemem: Ekim 2023’ten bu yana İsrail ve müttefikleri tarafından neredeyse 19 bin çocuk öldürüldü. Bugün dünya üzerinde çocuk olmak için en tehlikeli yer Gazze.
Peki nerede içtimai öfke? Anneliği merkeze alan sayfalardan yükselmesi gereken sesler nerede? İsrail’e karşı açık ve net tenkidler nerede?
Sessizlik ve İkiyüzlülük
Birkaç istisna dışında, anne kimliği üzerinden ünlenmiş pek çok kişi İsrail’in yaptıklarına karşı gelmedi. En fazla “çocuklar” ya da “kıtlık” gibi muğlak sözler ettiler. Sonra yine bebek beslenmesi, uyku eğitimi, oyun önerileri paylaşma ikiyüzlülüğünü gösterdiler. Oysa Gazze’de her gün sınıf sınıf çocuk yok ediliyor.
Anne olduğumda takip ettiğim, bebek bakımı ve eğitim üzerine öneriler veren sayfaların neredeyse hiçbiri, çocukların yarısını oluşturan bir halkın topluca yok edilişi karşısında ses çıkarmadı.
Batı’da kökleşmiş bir kibir var: Savaşın vurduğu “öteki” ülkelerde insanların farklı olduğu, acılarının bizimkiler gibi olmadığı düşüncesi. Sanki orada doğan anneler zaten çocuklarını kaybetmeye hazır olurmuş gibi. Sanki onların çocukları baştan “harcanabilir”miş gibi.
Ama Gazze’deki anneler de tıpkı bizler gibi evlatlarını sever, onlar için hayaller kurar, onlara adanır. Her öldürülen çocuk, yok edilen bir yeryüzü, yıkılan bir aile demektir. Bu nasıl olur da “annelik” üzerine kimlik inşa etmiş kişileri harekete geçirmeye yetmez?
Çifte Standartlar
Hepimiz biliyoruz ki mesele net: Ukraynalı çocuklar tehlikedeyken dünya ayağa kalktı. Ama Müslüman, Arap çocuklar için aynı öfke, aynı dayanışma görülmüyor.
Bir Müslüman, Arap anne olarak, Birleşik Krallık’taki yaşıtlarımın Gazze’de on binlerce çocuğun katledilmesine kayıtsız kalışını izlerken acı bir gerçeği hissediyorum: Biz asla onlar kadar değerli olmayacağız.
Bana benzeyen, benim çocuklarıma benzeyen, benim akrabalarımın isimlerini taşıyan çocukların öldürülmesi, dünyayı durdurmaya yetmiyor. “Oliver” ya da “Alice” olsalar, dünya daha farklı tepki verirdi. Yükselen milliyetçilik ve İslamofobi bu gerçeği her gün daha çıplak gösteriyor.
Anne Olmanın Yükü
Soykırım sürerken anne olmak, bitmeyen bir suçluluk ve öfke demek. Nasıl olur da ben hâlâ dengeli öğünleri, ekran süresini ya da oyun krizlerini düşünürüm? Oysa Filistinli anneler, onlarca yıldır süren işgalin ardından, sadece çocuklarının hayatta kalmasını istiyor.
Kalbim öfkeyle yanarken bile bez değiştiriliyor, yaralar temizleniyor. Televizyonda politikacıların İsrail’in “meşru savunma hakkı”ndan bahsettiği sırada ben akşam çocuklarıma yemeği hazırlıyorum. Bu, distopik bir ikilem.
Her defasında kendi çocuklarıma baktığımda, Gazze’nin ölü çocuklarını görüyorum.
Normalleştirilmemesi Gereken Bir Düzen
Tabii ki bizler bu hikâyede mağdur değiliz. Mağdurlar, Gazze’deki anneler, babalar ve çocuklar. Bizim hissettiğimiz bu suçluluk, onların yaşadıklarının yanında bir hiç. Ama şunu söylemeliyim: Soykırımı izleyip sıradan hayata devam etmek normal değil.
Sosyal medyada mama reklamlarının yanında açlıktan ölmüş çocuk fotoğrafları görmek normal değil. Buna alışamayız. Bu durum, bizde bir adalet ve özgürlük çağrısı uyandırmalı.
***
Yazının müellifi Nadeine Asbali, Londra’da yaşayan yazar-öğretmendir.
X’te: @nadeinewrites