Hayy’ın hikâyesi, yalnızca ferdî bir tefekkür serüveni değil, aynı zamanda insanın mevcudiyetle, bilgiyle ve Hakk Teâlâ’ya kurduğu nispetin mahiyetine dair derin bir soruşturmadır. Doğduğu âna dair hiçbir bilgiye sahip olmayan Hayy, bir ceylan tarafından büyütülür. Fıtratı gereği, çevresini gözlemleyerek öğrenmeye başlar. Varlıkların şekil ve hareketlerinden yola çıkarak sebep-sonuç ilişkileri kurar, zamanla elementlerin doğasını, bitkilerin yapısını, hayvanların dâhili işleyişini kavrar. Bu bilgi, sadece fizikî değil, aynı zamanda metafizikîdir.
Mutlak Varlık
İbn Tufeyl’in bu noktadaki kurgusu, İbn Sînâ’nın “nefsin ilk bilgileri” nazariyesini andırır. Akıl, doğrudan varlıklardan değil, onların ardındaki ilkeleri kavrayarak bilgiye vasıl olur. Hayy, aklî tefekkürle mevcudiyetin ardında bir birlik, bir ilke, bir ilk sebep arar. Bu süreç, onu mevcudiyetin ardındaki Mutlak Varlık’a, yani Vacibü’l-vücûd olan Allah’a götürür. “… o yüce Varlık’ı kendi şerefli parçası olan ruhu vasıtasıyla tanıdığı için, kendi ruhu ile o Varlık arasında bir benzerlik de buldu. Ruhu da tıpkı o Varlık gibi cisimlere ait niteliklerden uzaktı. O halde, mümkün olduğunca o Varlık’ın sıfatlarını öğrenmeye gayret etmeli, O’nun mukaddes ahlakıyla ahlaklanmalı ve buyruklarına boyun eğmeliydi.” Eserde geçen bu kısım, tasavvufta sıkça vurgulanan “Kendini bilen Rabbini bilir” hakikatine doğrudan bir göndermedir.
Hayy’ın yaşadığı bu dâhili keşif, tasavvuftaki seyr-u sülûk mertebelerine benzeyen bir çizgi izler: nefsin tezkiyesi, kalbin saflaşması, marifetullah ve nihayet müşâhede. “Hakk Teâlâ’nın zâtını müşâhede edenlerin duydukları zevk”ten bahsederken, İbn Tufeyl, tasavvufun en yüksek makamına, yani hakikat makamına işaret eder. Bu makamda, bilgi sadece aklî bir istidlal değil, kalbin, ruhun ve sırların idrakidir.
Bu noktada devreye Absal girer. Şeriatla yoğrulmuş bir insandır o, dış dünyadan gelir ve Hayy’la karşılaşır. Onun anlattıkları karşısında hayretler içinde kalır. Çünkü Hayy’ın saf akıl ve sezgiyle vasıl olduğu hakikatler, onun kitaplardan ve peygamberlerden öğrendiği esaslarla birebir örtüşmektedir. “Aklî ve naklî ilimlerin birbiriyle örtüştüğünün farkına vardı” diyen İbn Tufeyl, burada mühim bir sentez ortaya koyar: Gerçek bilgi, ne sadece nakildir ne de sadece akıl; ikisinin uyumundan doğan bir marifettir.
Bilginin Mertebeleri
Bu sentez, İmam Gazâlî’nin bilgi tasnifini de hatırlatır: duyusal bilgi, aklî bilgi ve keşfî bilgi. Hayy, bütün bu mertebeleri fıtrî bir şekilde aşar.
Eserde Absal, öncelikle konuşmayı öğretmeye başladı Hayy’a. Eliyle varlıkları gösteriyor, isimlerini söylüyor ve onun da söylemesini istiyordu. Eşyaların adını iyice öğreninceye değin lafızları yineliyordu. Arkasından merhale merhale, konuşmayı öğretti ona. Sonra ne durumda olduğunu, adaya nereden ve nasıl geldiğini sordu. Hayy, nerede ve nasıl dünyaya geldiğini bilmediğini, kendisini emziren ceylandan başka bir anne-baba tanımadığını söyledi. Ne durumda olduğunu, yaşadığı rûhî serüveni bir bir anlattı. Hayy İbn Yakzân, mevcudiyetin hakikatini esma-i hüsna vasıtasıyla gördüğünü, Hakk Teâlâ’nın zâtını müşâhede ederken duyduğu zevki dili döndüğünce anlatınca; Absal, benimsediği şeriatta zikrolunan Allah, melekler, kitaplar, resuller, öte dünya, cennet ve cehennem gibi şeylerin bütününün Hayy’ın müşâhede ettiklerinin bir imgesi olduğunu gördü. Absal’ın kalp gözü açıldı böylece, fikir ateşi parladı. Aklî ve naklî ilimlerin birbiriyle örtüştüğünün farkına vardı. Zâhirî hükümleri doğru bir şekilde yorumlamanın yollarını daha net görür oldu. Ve çözülmedik hiçbir problemi, açılmadık hiçbir örtük meselesi, giderilmemiş hiçbir derin şüphesi kalmadı. Ve sahih akıl sahipleri arasına karıştı. Hayy İbn Yakzân daha bir değer ve saygı kazandı gözünde. Nihayetinde onun, “kendileri için hiçbir korku, endişe ve acı bulunmayan” evliyâullahtan biri olduğunu anladı.
Gazâlî, “El-Munkız mine’d-Dalâl” adlı eserinde şöyle der: “Marifet, kalbin üzerinde parlayan bir nurdur, bu nur sayesinde hakikati olduğu gibi görürsün.” Hayy’ın seyahati de işte bu nurun tecellîsiyle şekillenir. Bilgi, kalpte bir hakikat halini aldığında marifet olur.
Hayy İbn Yakzân’ın hikâyesi, çağlar ötesinden seslenen bir hakikati dile getirir. Bu sesleniş, bize aklın ve kalbin birlikte işlediğinde, insanın en yüce hakikate vasıl olabileceğini hatırlatır. Ne salt rasyonalite, ne de körü körüne inanç; hakikate vasıl olan yol, hem idrakle hem de teslimiyetle yürünür. İbn Tufeyl’in bu eseri, yalnızca felsefî bir deneme değil, aynı zamanda metafizik bir davettir: Kendini bil, mevcudu oku, Rabbini tanı.
Medeniyet Tenkidi
Eserin sonlarına doğru Hayy, Absal ile birlikte insanların yaşadığı bir yerleşim yerine adım atar. Ancak orada gördüğü manzara, onun ruh dünyasında derin bir sarsıntı oluşturur. İnsanlar, şekilciliğin içinde kaybolmuş, ibadeti âdet haline getirmiş, hakikatin özüne vasıl olamamışlardır. Hayy’ın müşâhedeyle, sezgiyle ve ruhî tecrübe ile vasıl olduğu hakikat, halkta kuru sloganlar ve alışkanlıklar haline gelmiştir.
“İnsanlar işin hakikatini anlasalardı bu boş şeyleri terk eder, gerçeği kabul edip bunların hiçbiri olmadan da yapabilirlerdi.” Bu cümle, İbn Tufeyl’in sadece fert planında değil, cemiyet planında da bir tenkit getirdiğini gösterir. Hayy, hakikati bulmuş bir ruh olarak, şekil ve suretin ötesindeki özün peşindedir. Fakat şehirdeki insanlar, sureti esas, özü tali kılmışlardır.
Bu sebeple Hayy, tekrar adasına, inzivaya dönmeyi tercih eder. Bu tercih, yalnızlık değil, hakikatin muhafazasıdır. Medeniyetin gürültüsünde kaybolmaktansa, sessizliğin hikmeti içinde kalmayı yeğler. İbn Tufeyl burada, gerçek bilgeliğin kalabalıklar içinde değil, tefekkür, sükût ve tecerrüdle mümkün olduğunu ima eder. Hayy’ın inzivası, aslında bir kaçış değil, hakikatin izzetiyle buluşma çabasıdır.
Hayy’ın Mirası
Bugünün insanı, bilgiye boğulmuş ama hakikatten uzak bir çağda yaşıyor. İnternetin uçsuz bucaksız sayfalarında dolaşırken, kendi iç âlemine dair en basit sualleri unutmuş vaziyette. Zihnî meşguliyetler, hakikatin üzerine örtülen modern perdeler hâline gelmiş durumda. İbn Tufeyl’in Hayy’ı ise bize, dış dünya kadar iç dünyayı da keşfetmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Hayy, bize öğrenmenin sadece harici bilgiyle değil, dâhili sezgi ve ruhî temrinle de mümkün olduğunu gösteriyor. Aklın rehberliğinde başlayan seyahat, kalbin eşliğinde bir marifet yoluna dönüşüyor. Bu manada, çağımızın insanına düşen vazife, teknik bilgi birikimini aşarak hikmeti aramaktır. Zira hikmet, yalnızca bilmek değil, bildiğini ruhla işlemek ve hayata mal etmektir.
Medeniyetin gürültüsünde kendi sesini kaybeden modern fert için Hayy’ın inzivası, sadece tarihî bir anlatı değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Gündelik hayatın çarkları arasında ezilen, mana kaybı yaşayan, yalnızlıkla mücadele eden insan, belki de Hayy gibi kendini yeniden inşa etmeli, dâhili bir adaya çekilmeli, hakikatin kendisini çağıran sesini orada duymalıdır.
Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, tefekkürün derinliğiyle sükûnetin eşliğinde hakikati yeniden temaşa etmektir. Zira hakikat, çoğu zaman en sessiz yerde, en derin yalnızlıkta zuhur eder. Ve o vakit, şehirlerin içinde bile bir ada bulunabilir, kalabalıklar arasında dahi bir inziva yaşanabilir.