ABD’nin askerî harcamaları, dünyadaki normlarla alay eden öyle bir ölçüsüzlük sergiliyor ki, ülkemizi sürekli bir bağımlılık nöbeti geçiriyormuş gibi hayal edebiliriz. Bu ulusal sarhoşluk, Çin, El Kaide, Hamas gibi ABD’nin algıladığı tehditlerin karmakarışık bir kokteyliyle körükleniyor; sanki bunlar, Coney Island’dan Big Sur’a kadar ABD kıyılarını işgal etmeye hazır bekliyormuş gibi hava estiriliyor.
Seçmenler, medyanın durmaksızın pompaladığı militarist söylemle öylesine doldurulmuş ki, yakın tarihli bir Gallup anketinde halkın %83’ü askerî harcamaların “yeterince güçlü” ya da “olması gerektiği gibi” olduğunu söylemiş. Sadece %14’ü “ABD ordusu ihtiyaçtan daha güçlü” demiş. Hatırlayın, Donald Trump, Teksas sınırında sığınma arayan – çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan – yoksul mültecileri “askerî güç gerektiren istilacılar” olarak nitelendirmişti. Trump’ı, gerçeklikle bağı olmayan şaşkın bir budala olarak düşünebilirsiniz ama o aslında halkın nabzını iyi tutuyor – güvenliği askerî güçle özdeşleştirme eğilimi Trump’tan çok önce vardı. Her bağımlılık gibi, ABD de tolerans geliştirdi; yoksunluk ancak daha fazla bomba ve savaş uçağıyla “güvenlik” sağlanarak giderilebilir. ABD’nin askerî harcamalarına harcadığı her dolar, daha fazla Amerikan karşıtı nefreti satın alıyor. Bağımlılık metaforunu sürdürürsek, pek çoğumuz kaygımızı yönetmenin yolu olarak inkâra sarılmış durumdayız. ABD’nin askerî saplantısının garip, grotesk doğasıyla yüzleşen pek az kişi var.
ABD’nin savaş teknolojisine olan düşkünlüğü, bizi diğer tüm uluslardan benzersiz şekilde ayırıyor. Dünya üzerindeki 134 nükleer denizaltının yarısı ABD’ye ait ve bu denizaltılar gezegenin biyosferinin geleceğini tehdit ediyor. ABD ve Rusya birlikte, var olan 12 binden fazla nükleer savaş başlığının %90’ını kontrol ediyor; bu miktar, gezegendeki hayatı yok etmeye fazlasıyla yetiyor. ABD, ölümcül askerî donanım ve asker toplama konusunda, kendisinden sonra gelen dokuz ülkenin toplamından fazla harcama yapıyor. Yine de popüler medya, Rusya/Çin işgaline karşı askerî hazırlıkta “zayıf” olduğumuz korkusunu yayıyor. Amerika’nın planlı faşizme geçişinin fikir merkezi olan Heritage Foundation, askerî harcamaları önceliklendirmememizin tehlikeleri konusunda uyarılar yayımlıyor. Onlara göre askerî bütçeyi sosyal harcamalara kaydırmak, insansız hava araçları ve yapay zekâ gibi teknolojilerin daha küçük ülkelere bize zarar verme imkânı verdiği bir dünyada bizi savunmasız bırakıyor.
ABD’nin askerî-endüstriyel kompleksi, küresel bir sapkınlık gibi düşünülebilir; üç başlı bir kurbağa, kanatlı bir timsah ya da yarı balık yarı aslan bir hibrit. “Savaş güçlerimize” ve ölümcül teknolojimize ağzımız açık bakmamız gerekirken, biz onları omuz silkip geçiyoruz. 2023’te, Senatör Bernie Sanders’ın askerî bütçeyi %10 azaltma önerisi, ABD Senatosu’nda 89’a 11 oyla reddedildi. 40 Demokrat senatör bile tehlikeli boyutlara ulaşmış askerî bütçeyi %10 kısmayı reddetti! Askerî harcamalar, başkanlık seçimlerinde hiçbir zaman tartışma konusu olmaz; tek işlevi, adayların ordunun gücünü en üst seviyede tutmaya olan bağlılıklarını ritüel şekilde ilan etmeleridir.
ABD’de tetik parmağı kaşınan adamları yücelten bir yeraltı kültü var – Kyle Rittenhouse’u düşünün: George Floyd protestoları sırasında Kenosha’da kendi kendini ilan etmiş tek kişilik bir milis olarak kime ateş edeceğine karar verdi ve mahkemede aklandı. Bu bir gecelik “milislik” ona Tucker Carlson’ın programında yer kazandırdı ve YouTube’da 4 milyon kez izlendi. Onu savunan bir YouTube videosu ise 9 milyon izlendi. Diğer tarafta, MSNBC yorumcusu, eski general Barry McCaffrey, Demokrat Parti medyasına askerî onay damgası vuruyor. 6 Ocak Kongre Baskını’na katılanların %20’si asker kökenliydi. Demokrat Parti, Minnesota Valisi Tim Walz’ı başkan yardımcısı adayı gösterdiğinde, medyanın övgülerinin başlıca nedeni onun askerî geçmişiydi. ABD siyasi düşünce dünyasında bir fikir hiç değişmez: Dünya, ABD’nin askerî üstünlüğünün sağladığı istikrarla ayakta durur.
Amerikan militarizmi, küresel istikrarı sağlamaktan çok onu baltalıyor. Washington, kendi askerî ağırlığını artırdıkça, diğer ülkeler de silahlanma yarışına giriyor. Bu durum yalnızca gerginliği tırmandırıyor ve savaş ihtimalini artırıyor. Örneğin Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki militarizasyonu, büyük ölçüde ABD’nin bölgede artan askerî varlığına bir karşılık niteliğinde. Aynı şekilde Rusya’nın agresif dış politikası da NATO’nun doğuya doğru genişlemesine tepki olarak şekilleniyor. ABD’nin askerî üstünlüğü “istikrar” değil, öngörülemezlik ve kışkırtma üretiyor.
Sorunun başka bir boyutu ise ekonomik. ABD, her yıl trilyon dolara yaklaşan bütçesinin büyük bir kısmını savunmaya ayırıyor; bu da eğitim, sağlık ve altyapı gibi temel alanlarda kronik yetersizliğe yol açıyor. Askerî bütçenin bir kısmı bu alanlara aktarılsa, milyonlarca Amerikalının yaşam kalitesi doğrudan yükselecek. Ancak bu fikir, Washington’da “siyasi intihar” olarak görülüyor. Çünkü askerî harcamalar yalnızca dış tehditlere karşı değil, aynı zamanda devasa bir iç çıkar ağına hizmet ediyor — savunma sanayii, lobiciler, emekli generaller, silah üreticileri ve onlara bağlı eyalet ekonomileri.
ABD’de ordu, neredeyse kutsal bir statüye sahip. Politikacılar, seçim kampanyalarında askerî hizmetlerini övünçle anlatır, üniformalı askerlerin önünde poz verir ve her fırsatta “ordumuza borçluyuz” söylemini tekrarlar. Bu söylem, herhangi bir eleştiriyi vatanseverliğe karşı bir saldırı olarak damgalamak için kullanılır. Medya da çoğu zaman bu çerçevede hareket eder; savaş karşıtı sesler marjinalleştirilir.
Tüm bunlar, faşizmin olgunlaşması için verimli bir zemin oluşturuyor. Faşist rejimler, güçlü bir ordu kültünü ve sürekli bir “dış düşman” tehdidini kullanarak halkın dikkatini iç sorunlardan uzaklaştırır. ABD’de de benzer bir süreç işliyor: Gelir eşitsizliği, sağlık hizmetlerindeki yetersizlik, evsizlik gibi sorunlar yerine, sürekli olarak “Çin tehdidi” ya da “terörle mücadele” konuşuluyor. Bu tehdit algısı, yurttaşların daha fazla gözetim, daha sert yasalar ve daha büyük bir askerî makineyi kabullenmesini sağlıyor.
Askerî bağımlılıktan kurtulmak, yalnızca bütçe değişikliği meselesi değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm meselesi. ABD, ulusal kimliğini askerî güçten ziyade diplomasi, işbirliği ve karşılıklı güven üzerine kurmadıkça, bu kısır döngü kırılmayacak. Ancak bu değişimin önünde devasa engeller var: Milyarlarca dolarlık silah sanayii, Pentagon’un politik gücü, iki partinin de militarizmi destekleyen çizgisi ve halkın zihinlerine kazınmış “güvenlik = askerî güç” inancı.
***
Yazının müellifi Phil Wilson, emekli bir ruh sağlığı çalışanı ve sendika üyesidir. Yazıları ZNetwork, Current Affairs, Counterpunch, Resilience, Mother Pelican, Common Dreams, The Hampshire Gazette, The Common Ground Review, The Future Fire gibi basın organlarında yayınlanmıştır.
Kaynak: 13 Ağustos 2025 | Nobody’s Voice
Tercüme: Ekip Haber